1 Haziran 2014 Pazar

MUTLULUK NEREDE



     Hangimizin olumsuz özellikleri yok ki? Hangimiz yerilmeyi takdir toplamaya tercih eder ki? Ya da hangimiz acı çekmeyi mutlu olmaya? …  

     Hayat anlamlandıramadığımız kadar gariptir aslında. Tüm insanlığa hep zor gelmiştir yaşamak; kimisi ne kadar yoksul olduğuna, kimisi sevgilisi olmadığına, kimisi yeni bir araba alamadığına, kimisi sigarası bittiğine, kimisi büyük bir kaza geçirdiğine, kimisi acısını paylaşacak birisi olmadığına üzülür. Burada şikayet etmek fiili geçmiyor bile. Evet, kimisi ciddi kimisi komik kimisi ise trajikomik; ama hepsi ortak bir yola doğru çıkıyor: hep üzülecek şey bulmayı başarıyoruz. Hayatın kolay olmadığını ben dahil kimse iddia etmiyor/edemez. Ama her nasılsa hayatımızın bir yönü iyi gitmediğinde bu bütün ruh halimizi olumsuz anlamda etkileyebiliyorken mutlu olduğumuzda bunun kısa süreceğini düşünerek kendimizi tekrar üzüntü havuzuna atıyoruz. Oysa hayat bize şunu öğretmiyor mu: "Önce ağlayarak gelirsin bu dünyaya, sonra gülmeyi keşfedersin. Önce emeklersin, sonradan yürümeyi öğrenirsin aslında.”

     Hayatta bizi üzebilecek, bunun birkaç üst versiyonu olan mutsuzluğu çağırabilecek ne kadar çok olgu var, değil mi? Çünkü elbet bir sıkıntı, elbet bir hüzün buluyor bizi. Of, değil mi? Dert ed(in)ecek ne çok şey var ama! Sizi daha üzecek ve ne kadar mutsuz olduğunuzu tüm çıplaklığıyla göz önüne serecek bir gerçekten de bahsedeyim mi: Aslında mutluluk dediğimiz “ulaşılmaz” kavram bir düşünce uzaklığında ve sen her seferinde bunu yüzüne gözüne bulaştırıyorsun. Neden mi? Çünkü her gün şikayet edip duruyorsun, bunu, şikayet etmeye değmeyecek şeyler için de yapıyorsun, hiçbir gün zihnini boşaltıp en azından bir beş dakika doğayı, kuşları seyretmiyorsun, hiçbir gün durup derin bir soluk alıp o an her türlü teknolojik aygıttan uzak duramıyorsun, sürekli suçu mevsime, havaya, insanlara, kısacası kendin dışındaki her türlü faktöre atıyorsun; ama bir gün bile hayatının bu sıkıntı batağına saplanmış yanını değiştirmeye, kendini eleştirip geliştirmeye, zaten her zaman yaptığın uğraşlara yeni bir şeyler eklemeye, hayatta aslolanın başarı, ün, para, dertlerden uzaklık olmayıp mutluluğun ve sağlığın paha biçilemez şeyler olduğunu söylemeye vakit ayırmıyorsun. En üzücüsü, ne kadar daha böyle gideceğine yanıt bulamıyorsun.

     Hayatta herkes üzüntü, acı ve benzeri bir sürü duyguyu yaşar - hatta ben derim ki bu duygulardan kaçmadan bunların tadına bile varabilelim. Çünkü hiçbir yağmur sonsuza dek sürmez ve elbet güneş yüzünü bizlere gösterir. Çünkü hiçbir mutluluk, mutsuzluk olmadan öğrenilmez. 

     Hayatta mutsuzluk kadar mutluluk da çok şey öğretir, ki öğrenmek ömür sonuna kadar kendini içinde bulacağın bir uğraş. 

     Çok mu körüm, çok mu hissizim peki? Hayır, daha ziyade insan yaşamına ve sağlığına önem veriyorum. İşim zaten kendimle olsaydı bu yazıyı yazmaya yeltenmezdim bile. 

     Gidilecek çok yol var. Peki mutluluğa gideni nerede? ...

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Kahraman





            Ciddi bir biçimde klasik müzik dinlemeye yeni başladığım dönem, üniversitedeki ilk yılımın ilk dönemlerine tekabül ediyordu. 5 yaşımdan beri piyano dersi alırım, ama klasik müzikle “herkesçe bilinen eserleri" bilmem dışında hiçbir bağlantım bulunmaz. İlginç değil mi? Oysa bu benim kişiliğim için hiç de ilginç değil. Bana enteresan gelmeyen bir konuyla vakit kaybetmek istemem genelde. Ama hem klasik müzik bilgimin kısıtlı olmasının verdiği dürtü hem de piyano üzerine yazdığım bestelerde bir esin kaynağı arama yönelimi ile kendimi bu dünyanın içinde “bir şekilde" buldum.
             Dinledikçe dinledim, neredeyse her gün dinledim. Ama bana “işte bu… olağanüstü...” laflarını söyletecek, klasik müziği benimsememi sağlayacak yücelikte bir esere denk gelemedim. Solfej hocamdan aldığım öneriler, benim klasik müzikle ilgili "hava yastığımı" oluşturuyordu. Oysa benim istediğim şey, gerçekten “uçmak”tı.
              Klasik müziğin içinde bulunan kişiler dışında pek bilinmez; o dönemde Sergei Rachmaninoff’un "2. Piyano Konçertosu” ile tanıştım. Tanışmayı usülen söyledim, aslında o fiil “aşk yaşadım” olacaktı. O ana kadar ruhuma açık ara en çok dokunan eser olmuştu. O esere karşı hissetiklerimi anlatmaya çalışmayacağım, sadece “gerçekten iyi hissettiğimi” söylesem zaten yeterli olacaktır.
              O andan itibaren, zamana yayarak da olsa, ciddi anlamda Rachmaninoff dinledim. Dinledikçe dinledim… Bir klasik müzik hayranı olmuştum onun sayesinde. Bunu ne Bach, ne Mozart, ne de Beethoven tam anlamıyla gerçekleştirebilmişti. Yanlış anlaşılmasın, bu saydığım üç adam da hakkıyla dünyanın gelmiş geçmiş en önemli üç dahi bestecisi olarak bilinir; ki ben üçünden de etkilenmişimdir. Ama, kusura bakmayın, artık benim için dünyanın Rachmaninoff denilince durduğu dönemdeyim. Hiçbir besteci beni Rachmaninoff kadar vur(a)mamıştır, beni her bestesinde kendi dünyasına, acılarına, memleket özlemine, hüznüne alıp götürmemiştir. Adeta bir şiir saklıdır her bestesinde.
             O gün bu gündür, Rachmaninoff benim için doruk noktası konumundadır. Dolayısıyla Rachmaninoff, benim kahramanımdır. Bugün bana Rachmaninoff deseniz, zihnimde size önereceğim bir dolu bestesi bulunur.
            Hayatımın en önemli unsuru müziktir. Hayatımda illa ki değerli hocalarım da oldu ve hepsinin yeri ayrı. Ama bu yazı, bana uzaktan dokunan bir usta içindir. Özet olarak, bugünkü klasik müzik sevgim ve bağlılığım büyük ölçüde Rachmaninoff sayesinde olmuştur. Ustaya selam olsun. Huzur içinde uyu...